28 Mayıs 2009 Perşembe

Çocukluğumun üstünden Magirus Geçti


Merhaba ben Ayhan. Trakyalı bir anne ve Egeli bir babanın çocuğuyum. Kardeşim mi? Kardeşim, Balkanlar’dan evimize zoraki göçmüş bir Çingene. Kulağa garip geliyor evet ama öyle. Taa 1993’ün ramazan ayında ben henüz 7 yaşında olduğum sıralar, babam sahura kalkmamakta ısrarcı iftar saatine dek yatakta kestiren bir kişi olarak, Magirus minibüsüyle eve doğru yol almaktayken, oruç başına vurmuş, pusulası şaşmış. Sen git kır direksiyonu ters şeride kuzeye kuzeye, ev diye nerelere git. Hatta Tekirdağdan geçerken kayınpederini yolda pide kuyruğunda gör de hiç kıllanma! Taa Edirnekapı’ya kadar var. E be peder ben ne diyeyim ki sana?! Sınır kapısına varması tam iftar vaktine denk geldiği için vın turizm karışanı görüşeni olmadan Bulgaristan’a topuk!(Hadi top sesinden sonra bizimkilerin nevri döndü de, Bulgarlar ne halt yiyordu ondan bende bir haberim) Bulgar topraklarındak Kiril Alfabes ’yle yazılmış tabelaları okuduğunda bizim ilçedeki Rum mahallesine geldiğini sanıp ‘’ Ulan bunlar da iyice azıttılar, ibnelerin denize dökülme zamanı yakındır’’ şeklinde en milliyetçi, militarist kızgınlık haliyle yoluna devam etmiş. Sınırı 10 km kadar geçtikten sonra anca kendine gelmiş bizimkisi. ‘’Yedik bir bok bari orucu açalım da öyle yollanalım eve’’ demiş; yemek yiyebileceği bir yer ararken, kırsalda kulağına tatlı tatlı Ege havalarına benzer müzikler kaçmaya başlamış. Müziğin geldiği yere doğru direksiyon kırmasıyla salaklığına ilk davetiyeyi aps ile yollayıvermiş. Çadırların arasında, bazı bazı konuşlanmış fayton ve karavanlardan başka dört tekeri bulnmayan bu Çingene mahallesinde, bizim külüstür Magirus, yakamoz altında Ferrari gibi ışıldamış. Peder beyi sövüşlemek için ahali adamı krallar gibi karşılamış; çengiler, çalgılar, dans eden kızlar, üzümler, müzümler neleer neleer… Sırım gibi, allı morlu fistanların içine don giymemiş Çingene kızlarının dansıyla mest olan peder bey, girmiş bir günaha sallamış orucu, ramazanı. Şişe şişe şarapları da içip zoom kafayla göbekler atmış. Bahşişlerin ardı arkası gelmemiş. İçki gelir bahşiş, yemek gelir bahşiş, kızlar bahşiş, ota bahşiş, boka bahşiş… Bir insan evladının Ankara pavyonlarında 5 gece takılıp da sövüşlenemeyeceği kadar sövüşlenmiş yaban ellerde, Bulgaristan ikametli Çingeneler tarafından. En maymun olduğu sıra, dans eden kızlardan en güzeliyle evlenmeye kalkmış. Bizim Magirus’u on dakika içinde gelin arabasına dönüştürmüş doğuştan iş adamı Çingeneler, fakat bebeksiz bir gelin arabasına zırnık vermemekte inat eden babamı iliğine kadar emmekte kararlı olan abiler, 2 dk sonra kocaman kara bir bebeği magirusun önüne oturtup sarmalanmasıyla üstünde annemin adının yazılı olduğu evlilik alyansını son bahşiş olarak nazikce tokalamışlar. Bizimkisi havalı kornasını öttüre öttüre, kızı alıp evin yolunu tutmuş. Eee kız yolda bir punduna getirip topuğu basmış tabi, ya ne olacaktı? Buraya kadar olan kısmı kahveciler kralı Cemil Abi’den dinledim sonrasını zaten biliyordum. Tamam peki siz de bilin…

Babam, devrisi gün iftar saatinde anca eve geldi ve kimseyle konuşmadı. Sahura kalktığımızda bahçedeki minibüsten kulağımıza feryat figan kedi miyavlamasına benzer birtakım sesler ilişti. Bizzat ben fırdöndüm, fakat kedi medi bulamadım, bulduğum şey arabanın önüne fiyonkla tutturulmuş, açlık ve susuzluktan ölümle cebelleşen, kara kuru bir Çingene piçiydi. Daha sonraları babam, gerek üşendiğinden, gerek geri vermek istemediğinden, gerekse ramazanda oruç oruç yediği nanalere karşın bu bebeye kendisinin bakmak zorunda olduğu, Allah celle celalü tarafından böyle bir cezaya çarptırıldığına kendisini inandırıp, bu piçe Ferdi adını taktı, kafa kağıdı çıkardı. Ben de bu piçe kardeşim demeye zorlandım, yeri geldi dövdüm yeri geldi sevdim,işte böyle… Şimdi bırakalım şu çingeneyi , hikayemi piç etmesin de kendisi gibi, biz yolumuza devam edelim.

İşte efendim biraz sıra dışı aile bağlarım olmasının yanında pek fazla bir özelliğim yok.19 yaşındayım ; sıradan, tıfıl birisiyim. Hayır, hayır aslında o kadar da sıradan değilim, yani en azından bizim coğrafyada ve böyle bir anne -babanın çocuğu, Çingen abisi bir şahsiyet olarak sıradan sayılmam hiç bir enstrüman çalamam, hatta blok müzik derslerinde flüt bile çalmışlığı bulunmayan kulak ve ritim duygusu sıfır bir Egeli olarak ekstrem birisi olduğum bile söylenebilir. Özellikle ebeveynlerim ve beni sevmeyen, çekemeyenler tarafından sürekli ‘’yeter be amma caz yaptın’’ gibisinden azarlar işitirim fakat, güzide bir müzik türü olan cazla olan gönül bağım tamamen profesyonel bir dinleyicilikten ibaret olması, müziğe yeteneğim olmaması ve sadece konuşmayı pekçe seven birisi olduğum için bu laflarla iki ayrı koldan bana laf sokmaktadırlar.1-Hiç bi skim çalamıyorsun, ailenin yüz karasısın, kırnata darbuka, zurna varken aptal Amerikan Cazını dinliyorsun. 2- Gevezenin, kafa s*kenin önde gidenisin kapa çeneni artık.Büyükler böyle işte hep azar hep azar…Aslında bir çoğunuz için sabi sayılırım fakat bence hiçte öyle değil. Her 19 yaşındaki insan gibi ben de gayet ve pek doğal olarak kendimi hiçte sabi olarak görmüyorum. Çocukken şunu yapardım dediğimde şimdi çok büyüdün ya diyen her ergene, kafa atma hissiyle yanıp tutuşan bir yağız bir delikanlıyım. Çok volta attık eften püften mevuzlarda esas mevzuya dönelim ağabeyler, ablalar çocukluğuma. Haydi bismillah.

Evet, ben de bir çoğumuz gibi yıllarca sabahın altısında kalkıp o gavur çizgifilmlerini izleyerek büyüdüm. Hep oradaki hayal dünyasına özendim, ülkem şartlarında kurgusu da hayaldi, kurgu olmayanı da benim için, ayrı bir kültürün ortasında. O gavur çocukları gibi pembe domuzcuktan, şirin bir kumbaram olmadı. Domuzcuğun gerçeğini bile çıplak gözle görmedim daha. Canlısı pek sevilmiyor ülkemde minyatür, porselenden, ortası delikli kumbara versiyonu da o sevgiden nasiplenemiyor haliyle. Ne domuz, ne koyun ne de keçi olsun kumbarasını yapıp içini hiçbir metalimsiyle doldurmuyoruz biz, ama canlılarının içini ritüel eşliğinde çok güzel boşaltıyoruz hala yol kenarlarında, sıcak oluk oluk kanlarıyla, bağırsaktır sakatattır arta kalan ne varsa oraya buraya gömü gömü veriyoruz, çoluk çocuk bostanda maç ederken ramazan sonrası, müsabakalara bok sıçrasın daha bir eğlenceli olsun diye.İyi insanlarız ve manitu bizi çok seviyor... Eee haliyle gavurların kumbarasından yoksun olduğumdan büyükler iyi bir çocuk olduğumda olmayan kumbaramın içine cent olsun tl olsun atamıyor. Oysa bana kalsa ben her daim, istisnasız iyi bir çocuktum ve bu sebeptendir ki nice Pazar pikniklerinde inatla şirinleri görme istediğinden kendimi alıkoyamadım. Her seferinde onları göreceğimden emin bir vaziyette o mavi, sevimli arkadaşlarımı aradım. Kesin ormanın bir köşesinde deliler gibi eğleniyorlardı , uzun eşek, mendil kapmaca falan oynuyorlardı ya da belki de ateşin başına çoktan toplaşıp müzisyen şirinin gırnatasıyla fasıl’ın en koyu yerinde kendilerinden geçmiş, bıyıklarını bura bura Şirine için birbirlerine efeleniyorlardı tatlı tatlı. Aradım, aradım, aradım… ama yine bulamadım; sonra nerde hata yaptığımı kendi kendime sorarken ayıktım mevuzuyu. Onları aramayacaktım bir yere çöküp gelmelerini bekleyecektim, ben iyi bir çocuktum ve ormana gitmem kafiydi, aramak saçmaydı, onlar bana gelecekti. Beklemekten sıkılıp kestirdiğim bir gün homurtularla uyandığımda uyku mahmurluğuyla şirin babanın beni kaba bir şekilde uyandırdığını sandım. Fakat üslup farkı yanılsamamı kırdı. ‘’Ulan eşşeoğlu eşek! Sen adam olmayacak mısın he? Gavurun dölü! ‘’Diyen ve kulağımı çekip, kulak ve boyun arasındaki birleşim yerlerinden kan damlacıkları çıkartabilecek kadar gözü dönmüş birisinin şirin baba olmadığını kanıksadım. Evet arkada jandarma, babam tek forvet golü bulmuşlardı. Golleri-kulak çekme, tokat, göte tekme- yedikten çok sonraları anca fark edebildim babamın kafasındakinin, kırmızı, Coca Cola amblemli, eşantiyon bir bere olduğunu.

Bizim buralarda işler hiçte Beverly Hills’teki gibi işlemiyordu oysa ben gerçek hayatta bir Blanca’ya bile sempati besleyebilirdim, Çanakkale’nin sümüklü kızlarının yerine. Bütün ataklarım sonuçsuz kalıyordu. İşleri güçleri Coca Cola şişesinde çimleri ezip yaptıkları yeşil suları çay diye birbirlerine ikram etmek olan bu kızlar çocukluğumu ziyan ettiler. Büyüyünce etrafında beş kızla gezmek tozmak eğlenmek cool olabilirdi, lakin küçükken durum çok farklıydı. Kızların aralarına karışmaya çalıştığımda, ne zaman iki çimende ben ezeyim, birisiyle Wilma ve Fred olalım gibi niyetlensem -onu geçtim Ninja Kamplumbağalar ve April arasındaki kur&arkadaş arası bir ilişkiye bile rağzıydım- hep aynı fişleme! Hiç irlandalı’ya benzediğimi sanmıyorum fakat makus kader hep aynı… Kızların içinde kızılcık bir bebek olduğum iddiası Çanakkale kızlarının gerizekalı alkış temposuyla sürüp gitmekteydi…



Çocukluğumda özendiğim ve eksikliğini duyduğum şeylerden bir başkası da bisküvi kavanozuydu! Hala o ezikliği içimde hissederim, içinde her daim taze bisküviler barındıran, boyumun uzanamayacağı bir yerde gözüme soka soka üzerinde ‘’Biscuit’’ yazan bir kavanoz… Ödüllendirmeler ve cezaların o kutu üstünden gitmediği bit çocukluğu yaşamak en son isteyeceğim şeylerden biriydi ama dedim ya başka kültürün başka bebeleriydik ve o aşk bize yasaktı. Bu Amerikanvari beklentiler hayli hayalperest kaldı, hısım akrabanın Alamanyalardan getirdiği teneke çikolata kutusuna iğne,iplik,makara ve çamaşır lastiği koyan bambaşka bir kültürün çocuğuydum ben.

Richie Rich, beyaz yatının kamarasında dişlerini parlatarak gülerken, iş hayatıyla ilk tanışmalarımı gerçekleştirdim. İkinci lig maçlarında su satmak pek kar getirmeyince minibüs duraklarına yöneldim, fakat bilemedim suculuğun da mafyanın eline düştüğünü anca o günlerde öğrendim. Suculuktan ayaklı limonatacılığa geçtim, iki kuruş karla zeka parıltısı bir hareketi ircaa ettiğimi sanarak, şirket genişlemesi için, bakkalda borç yazdırılıp alınan Tikveşli Yoğurt ’tan ayran yapıp satmak gibi bir hatayı ise, ne hayat affeti ne de babam. Yenilelen saltanatlık tokatla iş dünyasına gutbay diyip, yırtık, dökük, çamurlu eşofmanlarımla koşuverdim futbol sahalarına. Hippi bir Tusubasa’yı kimse yadırgamadı, hem Tusubasa kimdi ki? Ben, nefes nefes kalıp pancar gibi kızarmadığım, alnımdan dumanlar tütmediği müsabakaya müsabaka demezdim Tusubasa terlemezdi bilene. Sadece özendiğim tek nokta, annesi bir kere olsun yemeğe çağırmıyordu maçın en heycanlı yerinde şanslı piç Tusubasayı . Ben ve Tusubasa top peşinde koşa duralım. Snoopy deki Charlie Brown hala beyzol oynuyordu o sıralar… Neyse biz ata sporumuz futbola, mahallemize geri dönelim. Dağılın lan ben döndüm dedim çocuklarla sevgiyle kucaklaştık ama bu Fairplay havası fazla uzun sürmedi… Çünkü hiçbir kolasına mahalle maçında Fairplay olmazdı, kavgasız gürültüsüz geçen ve sonu gelen hiçbir kolasına maça şahit olmamıştı bu bünye. Bir kere Necati İngilizce bilmiyordu, Fairplay’e ise kulak aşinalığı vardı ve hiçte hoş bakmıyordu olaya. Alpay’ın Hırvat Goran’ı neden niçin düşürmediğine dair binlerce versiyonlu küfürlere sahipti Necati ve Fairplay’e karşıydı… Ah Necati nasıl kırdın o ayağımı? Şimdi gel kasa kasa kola vereyim yapılacak iş miydi sanki U.E.F.A finali değil lan ya bu! Yeşilcik’in yamuk sahasında, çakma Mikasa’yla kolasına maçtı epi topu, kavrayamadın, anlayamadın Necati… Tamam Alpay & Fairplay travmasını atlatamayan Necati, karşı takımın defasındayken kaleye süratle tek başına atak yapmak ve Necatiyi arkaya almak da benim salaklığım kabul, baktın Necati arkada çek şutu, ya da bırak kaç dimi? İlle atıcam o golü diye aynı ayak, aynı yerden, geleneksel Necati tekmesiyle dördüncü defa kırılınca 19 yaşında jübilemi yapmış bulundum. Bir oğlunu –bendeniz- topçu, diğerini popçu yapmakta hastalık derecesinde kararlı olan babam, futbol hayatımın sona ermesinden sonra üstümden meşin yuvarlak ve milyarlar paralelli iki gram ilgi ve sevgisini de tamamen esirgeyip, alayını Çingen kardeşime transfer eden babam onun için hala çok umutlu. Hatta ona sorsanız popçu olacağından %100 emin, artık onun tüm çabaları hem popçu hem topçu olması için. Tipinden, genlerinden dolayı kardeşimin bir nimet olduğu kanısında ve birazcık daha yaşı ilerlediği zaman papatya suyunu saçlarına basıp, part time topçu, part time popçu bir oğul sayesinde, full time ense eden, göbekli bir milyarder olacak. Sizin anlayacağınız birkaç sene sonra sahnelerde Tarık Mengüç , yeşil sahalarda Xavier , coming soon!!!

Peder bey ilgiyi,sevgiyi kesti ama çok kral bir hediye verdi; Magirusu bana bıraktı! Tabi duraktaki sırasını, kahve arkadaşlarını, salak muavini, ve bütün git gelleri ile beraber… Hele şu alçı bir çıksın da Magirus mu kalıyor ortada görücez bakalım, yakmasam adam değilim. Sonra ver elini New York, atlıycam bir balıkçı teknesine ohhhşş. Bizim ilkokuldan bi Sami var kral çocuktur, içince biraz fazla havaya giriyor derler ama yine de sağlam çocuktur, usta kaptandır. 10 saatte gideriz abi dedi. Çok yapmış bu kaçakçılık işini… Bekle lan beni New York! Bekle beni bisküvi kavanozu! Bütün hıncımı almaya geliyorum!

Hiç yorum yok: